AE2013 Ursula LeGuin Mansiyon Ödülü: Tuhaf Bir Hikaye - Beyza Kanat

AE2013 Bilimkurgu Kısa Öykü Yarışmamıza 32 kişi katıldı ve bunlardan sadece 2'si kadın yazardı. Üstelik katılımcılar arasında en gençleri de onlardı. 1997 İzmir doğumlu Beyza Kanat bu sene yazdığı öyküyle, gençliğiyle ve kadın başına başı sonu belli olan bir öykü yazmasıyla başvuru formunu bile düzenleyemeyen bir çok erkek yarışmacıyı geride bıraktı ve AE2013 Ursula LeGuin Mansiyon ödülüne layık görüldü. Umarız yazım tekniğini ve hayal gücünü, ataerkil dünyada koruyup güçlendirerek geleceğin başarılı yazarlarından biri olur.

Genç Yetenek Beyza Kanat16 yaşına rağmen cesaretine ve iş bitiriciliğine hayran kaldık, aferin. Ödül olarak da  bilge kocakarı Ursula'nın Kadınlar Rüyalar Ejderhalar adlı kitabını gönderiyoruz çünkü biz Ursula'ya aşığız. Kendisi bilimkurgunun tanrıçasıdır. Umarız sana iyi bir örnek olur. Ursula Hocamızın diğer kitaplarını da okuman dileğiyle başarılar.

Şimdi de öykümüze geçelim.

 

AE Rektörlüğü iftaharla sunar



TUHAF BİR HİKAYE


Gece yarısı çalan telefonla yatağımdan sıçradım. Jace’in cep telefonu çalıyordu. Jace çoktan telefonuna uzanmış, karşı tarafa cevap veriyordu. Telefonla konuşması biter bitmez yataktan fırlayıp hazırlanmaya başladı. Bense şaşkın şaşkın ona bakıyordum.

“Neler oluyor?” diye panikle söylendim.

“ÖAB (Özel Askeri Birlik)’den çağırıyorlar. Çok acilmiş.”

“Gecenin bu saatinde mi?” dedim saate bakarak. Saat gecenin 2’siydi.

“Acil bir durum olmasa çağırmazlardı.” dedi ve alnıma öpücük kondurarak araba anahtarlarını alıp fırladı. Ayağa kalkıp caddeyi gören odamızdaki büyük pencereye yaklaştım. Jace’in telaşla arabasına binip köşeden dönüşünü izledim.

Birkaç saat yatağımda dönüp durdum. Ama bir türlü uyku tutmadı. Jace’in sürekli ÖAB’ye çağırıldığını biliyordum ama daha önce hiç gecenin bu saatinde çağırmamışlardı. Daha fazla dayanamayıp harekete geçtim. Giysilerimi giyip, çantamı aldım. Arabama doğru yürürken heyecandan ölecek gibiydim. Arabamı çalıştırıp son sürat ÖAB’ye gittim.  40 dakika sonra ÖAB’nin gizli, büyük kapılarının önündeydim. ÖAB’nin ana binası olan bu bina ormanda olduğu için şehirden hiç görülmüyordu. Yolu bilmesem asla fark edemezdim anlayacağınız. Girişteki askerlere kimliğimi gösterdim ve komutanları Jace Warner ile görüşmek istediğimi söyledim. Tam 20 dakika kapıda diktiler beni. Ardından kapıdaki askerlerin üssü olduğunu tahmin ettiğim üniformalı bir adam çıktı. Bir sürü güvenlik sorusu sorduktan sonra güvenlik aletlerinden geçirdi beni. En sonunda içerideydim. Yanımdaki adamın adının Tom olduğunu öğrendim. Tom hiç konuşmuyor, çok ciddi görünüyordu. Tom ve ben, Jace’in odasına gitmek için koridorlardan geçerken birden güvenlik alarmları çalmaya başladı. Bina beşik gibi sallanıyordu. Herkes koşuşturmaya başladı.

“Lütfen bunun bir tatbikat olduğunu söyle!” diye bağırdım sesimi Tom’a duyurmaya çalışarak.

“Sanırım bina düşman hattı tarafından ele geçirildi. Acilen güvenli bölgeye ulaşmalıyız.” Tom’un sesindeki paniği sezdiğimde içimde saklı tuttuğum korku hızla kendini gösterdi.

“Aman Tanrım! Jace! Jace ne olacak? O nerede?” Sesim panikten çatlak ve kısık çıkıyordu.

“O, güvenli bölgeye ulaşmıştır. Hadi acele edin bayan!”

Tom beni çekiştirerek koşuyordu. Bir sürü merdiven indikten sonra gizli sensörleri ve şifreleri olan kapılardan geçtik. Yoğun kargaşa ve gürültüyü arkamızda bırakmıştık. Sesler daha az geliyordu artık.

“Tamam mı? Güvenli bölgede miyiz artık?” Sesim, suskun koridorlarda çığ gibi yankılandı.

“Şşşşt! Sessiz olun! Henüz hiçbir yer güvenli değil.”

“Peki neler oluyor?!” Artık sinirlenmiştim. Ne olduğunu öğrenmek istiyordum.

“Düşman ülkenin askerleri Japon bilim adamı Dr. Cooper’ın kazılarla ortaya çıkardığı gizli uzaylı teknolojisini ele geçirdi. Daha önceden inanmadığımız, varlığı bilinmeyen uzaylıların robotik kontrolü artık onların elinde. Düşman askerler bu uzaylıların kendilerine özgü, vücutlarındaki organik zehir maddesini silaha dönüştürüp bizlere karşı kullanıyorlar. Şu anda düşman saldırısı altındayız. Güvenli bölgeye ulaşıp buradan kaçmalıyız. Uzaylı teknolojisine asla karşı duramayız.”

Tom’un bitirdiği sözlerinin ardından tuttuğum nefesimi verdim. Jace’in bir aralar çok gizli diye bazı kısımlarını anlattığı deli saçmasının gerçek olduğunu bir kez daha duyuyordum. Ağzımdan tek kelime bile çıkmıyordu. Şaşkınlıktan ve korkudan donup kalmıştım.

İlerlediğimiz koridorun dönemecinde bir ses duyduk. Tuhaf bir sesti. Vınlama sesi gibi bir şeydi. Tom beni hızlıca yanımızdaki kapıya ittirdi. İkimizde karanlık odanın zeminine düştük. Tom kısa sürede kalkıp ikimizi de bir sürü siyah, içi silah dolu torbaların arkasına çekti. Tam zamanında saklanmıştık. O sırada kapının kolu döndü. Dönüyor dönüyor ve kilit sayesinde açılmıyordu. Vınlama sesi tekrar duyuldu. Kapı kolunun etrafında oluşan yuvarlak bir kesik ile kol yere düştü. Kapı artık açıktı. İçerisi birden mavi bir ışıkla doldu. Torbaların arkasında Tom, çığlık atmamı engellemek için ağzımı sıkıca kapatmıştı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Korkudan nefes bile alamıyordum. Daracık gözetleme yerimden o korkunç uçan, mavi, buzumsu yaratıkları görüyordum. Arkasında da asker kıyafetli, ellerinde yaratıklara ait olduğu belli olan mavi, buzlu silahları olan birkaç adam vardı. Korkuyla içgüdüsel olarak geri çekildim. Hareketimle torbadaki silahlardan birisi yere düştü. Anında tüm gözler arkasında saklandığımız torbaya döndü. Tom, kaybedeceğimizi bilen bir umutsuzlukla silahını düşmana doğrulttu. Uzaylı yaratık bize doğru havada süzülürken bir fare torbaların arasından hızla ortaya atıldı. Fare ortada görünür görünmez uzaylı yaratık ışık hızıyla zavallı fareye ateş etti. Fare bir süre sersemleyip yere düşerek öldü.

“Sadece bir fareymiş. Gidelim!” dedi askerlerden biri.

Bir diğer asker elindeki cihazla uzaylıların ilgisini çekerek peşlerinden gelmelerini sağlamaya çalıştı. Oda tekrar karanlık ve sessizliğe boğulmuştu. Tom ve ben kıpırdamadan birkaç dakika boyunca bekledik. Şoku hala daha atlatamamıştım. Tom her ne kadar soğukkanlı davransa da korkmuştu. Bu çok belliydi. Tom iletişim cihazından mayday çağrısı yaptı. Ama tüm elektronik aletler bu yaratıkların yaydığı manyetik dalgalar yüzünden bozulmuştu. Tom odadan çıkıp etrafı kontrol etti. Bende peşinden… En sonunda (mucizevi bir şekilde) binadan çıkmayı başardık. Şimdi etrafı dağlarla çevrili, karanlık bir vadi gibi geniş bir açıklıktaydık.  Yerlerde uğursuzca büyüyüp dallanmış otlar vardı ve sonradan fark ettiğim bir şey daha: Ölü bedenler. Korkuyla yerimden sıçradım. Artık Jace’i bulup buradan gitmek istiyordum. Kuvvetli bir rüzgar esmeye başladı. Bir sürü helikopterin açıklığa indiğini gördük. Tom, beni çalıların arkasına itti ve tekrar saklanmaya başladık. Her şey bir anda olup bitiverdi. Bir sürü araç( helikopter, tank, su uçağı…) açıklığı doldurdu. İki ezeli düşman birbirleriyle savaşıyorlardı. Bombalar, patlama sesleri, uzaylı silahların korkunç buzumsu soğuğu… Her yerdeydiler. O anda karşı taraftaki Jace ‘i gördüm. Düşmanla çatışıyordu. Etrafında uçan ve ona saldıran uzaylı yaratıkları görünce dayanamayıp olduğum yerden fırladım. Düşmanın (teorik olarak) kurduğu kampın arkasında saklandığımız için işim kolaydı.

Hiç durmadan koşuyordum. Tom da sinirli sinirli arkamdan geliyordu. Uzaylı teknolojisiyle yeniden yapılandırılmış bir düşman merkez kampına girdim. Amacım sadece bir silah bulup savaşmaktı. Ama ileride duran uzaylı kontrol planlarını görünce fikrim anında değişti. Nefes nefese içeriye Tom’un girdiğini gördüm. Planları Tom’a gösterdim. Tek yapmamız gereken ateş hattının ortasındaki düşman kontrol merkezine girmek ve uzaylılara yönlendirilen kontrol ana güç mekanizmasını yok etmekti. Tom tedirgin bir şekilde etrafına bakıyordu.

“Bu kadar kolay olmamalıydı. Bu planları savunmasız bir şekilde burada bırakmazlar. Bu bir tuzak olabilir!”

“Sen kimin tarafındasın?! Planlar elimizde. Yapmamız gerekeni yapalım. Hadi!” Öfkeyle bağırdım ve kontrol merkezine doğru koştum. Tom oradan kaptığı uzaylı silahıyla beni ve kendini koruyordu. Önümüze çıkan uzaylı yaratığı ve yedi düşman askerini kendi silahlarıyla öldürmek büyük ironiydi doğrusu.

Artık bende bu kadar kolay olduğu için şüpheleniyordum. Ama hiç durmadan kontrol yerine koştum. Tom ve ben tedirgin adımlarla içeriye girdik. İçeride nasıl oluyorsa mutlak bir sessizlik ve karanlık vardı. Birkaç adım attım ve etraf aydınlandı. İçerisi dışarıdan bakıldığından çok daha genişti. Girdiğimiz yerin mükemmel ses geçirmez oluşu ve genişliği bizi şaşkına çevirmişti. Etrafı korumalarla çevrili, komutan üniformalı bir adam gülerek ve alkışlayarak yanımıza yaklaştı.

“Şu cesur aptallara da bakın siz!” Tekrar kahkahalar boğuldu.

“Ne kadar da aptalsınız. Durumun kolaylığından hiç şüphe etmediniz.” Tom’un ben demiştim diyen yüz ifadesini görmek hiç de şaşırtıcı değildi.

“Arkamda gördüğünüz cihazı mı istiyorsunuz? Tamam! Sizin olsun!” diyerek elindeki silahı cihaza ateşledi. Cihaz paramparçaydı. Düşman Komutan bizim yapacağımızı yapmıştı. Kollarımdan yakalayıp dışarı sürükledi. Arkamda da diğer askerler tarafından zor zapt edilen Tom vardı.

Dışarı çıktığımızda havada süzülen ve ölümcül silahlarını ateşleyen uzaylı yaratıkları görünce Düşman Komutan’ın ana kontrol cihazı zannettiğimiz şeyi kırarken bizimle dalga geçtiğini anladım. Her şey bitmişti. Aptallığım yüzünden kaybetmiştik.

Düşman Komutan elindeki yüksek etkileşimli mikrofonla (uzaylı işi olduğu belli) bağırarak konuşmaya başladı. Sesi atılan bombalardan bile çok yüksek çıkıyordu. Adam konuşmaya başladığında savaş bir anda mucizevi bir şekilde durdu.

“ÖAB askerleri! Casuslarınız başarısız oldu. Komuta merkezini ele geçiremediler!”

Adam hararetli hararetli konuşmasını sürdürürken Jace ile göz göze geldik. Benim orada ne yaptığımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Paniği yüzünden okunuyordu. Komutan beni yere ittirdi. Hiçbir düşman asker benim gibi bir zavallıyı tehdit olarak görmüyordu. Komutan konuşurken zihnimde bir şimşek çaktı. Bunu nasıl düşünememiştim?! Komuta merkezi falan yoktu. Komuta cihazı, yanımda acımasızca haykıran adamın ta kendisiydi. Bunu, adamın göğsündeki yanıp sönen, nanoteknik ışık sayesinde anladım. Komutanın vücuduna gömülü bu cihaz adamın yaşam enerjisiyle çalışıyordu. Son bir cesaretle komutanın belindeki uzaylı asidiyle yapılandırılmış hançeri aldım. Ayağa kalkıp adamın sırtına sapladım. Her şey bir anda oluverdi. Havadaki tüm uzaylı yaratıkların kontrol edilmeleriyle karışan zihinleri şimdi kontrol cihazları yok olunca iyice karışmıştı ve hepsi kendini imha ediyordu. Uzaylı teknolojisinden yararlanılarak yapılmış silahlar da içlerindeki asidi serbest bırakarak imha oluyorlardı. O anda karnımda bir acı hissettim. Beyaz tişörtüm kanlar içindeydi. Dizlerimin üzerine düştüğümde Jace’in koştuğunu ve yere düşmeden beni yakaladığını gördüm. Haykırdığını duyuyordum. Ama sesi bana mırıldanma gibi geliyordu.

“Lütfen! Lütfen beni bırakma!”

Dudaklarımdan tek bir fısıltı çıktı. “Seni seviyorum…”

… Gözlerimi açtığım yer çok aydınlıktı. Antiseptik kokusunu alabiliyordum. Jace yanımda sevinçli gözlerle bana bakıyordu.

“Neler oldu?” diyebildim zorla.

“Vurulduktan sonra helikopterle seni buraya getirdik. 3 gündür uyuyordun.”

“Kazandık mı?” dedim kısık sesimle.

“Evet, kazandık. Senin sayende.” diyerek gülümsedi.

Yorumlar