AE2013 İkincisi - Çember - Orçun Taşar

Zirveye az kaldı, sırada aldığı lisans eğitimini (İTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik) öyküsündeki teknik dili oluşturmada ustaca kullanan bir yazar var. Tebrikler Orçun Taşar (tasarorcun@gmail.com) seni keyifle okuduk ve Neuromancer adlı kitabı gönlümüzden koparıp sana armağan ettik, umarım beğenirsin. Nice güzel öykülerde buluşmak dileğiyle.

Huzurlarınıza AE2013 Kısa Öykü Yarışması İkincisi geliyor, Orçun Taşar'ın klavyesinden, Çember...

 

AE Rektörlüğü İftiharla Sunar



ÇEMBER


“Üç dakika içinde tesiste olacağız komutanım!” diyerek öykümüze gizemli ve heyecanlı bir açılış yapar Albay Neruda. Gerçi bu korkusuz askerin adı gerçekten Neruda mıdır, doğrusunu söylemek gerekirse çok da iyi hatırlamıyorum. Ama gelin hadi Neruda olsun, ne çıkar ki?

Miğfer Birleşik Devletleri’nin ordusunun en tepesindeki adamın, içindeki insanlar hariç toplamda 158 kilogram tutan, hafif ama bir o kadar da ağır zırhlı havabası, konvoyun ortasında, çorak zeminin yaklaşık bir metre üzerinde hızla kaymaktadır. Bu büyük adam göreve geldiğinden bu yana, farklı eyaletlere konumlanmış birinci, ikinci ve dördüncü istasyonları gerek protokol ziyareti gerekse de teftiş etmek maksadıyla gezmiştir ama üçüncü istasyona ilk defa uğrayacaktır. Ve bu, herhangi bir yere gidişlerinin en önemlilerinden biridir. Hatta tam o sıralarda, ofisinde askeri heyeti bekleyen Profesör Isaac, asistanına, birazdan gerçekleştirilecek operasyonun, General Jules’in  (Evet, kesinlikle Jules, bundan eminim işte) hayatında canlı canlı izleyeceği en önemli olayın ta kendisi olacağını iddia etmektedir. Ne kanlı bir savaşın tam orta yerindeki dehşet manzarası, ne de ölüm nehrinin kıyısında, düşüp boğulmamak için çaresizce hayatın kırılgan dallarına tutunmaya çalışan zavallı askerlerin bu manzarayı besleyen acı dolu haykırışları… Hiçbiri, generalin dakikalar sonra tanıklık edeceği manzarayla boy ölçüşemeyecektir. Velhasıl, profesör kendilerine misafirliğe gelen askeri heyete birazdan tarihe geçecek bir sihirbazlık gösterisi yapmaya hazırlanmaktadır. Yalan yok.

 

Konvoy,  elektrik yüklü tellerin arasındaki, üzerinde “Yetkililer Dışında Giriş Yasaktır!” yazan tabelanın asılı olduğu kapıdan geçerken, aracın kontrol panelindeki hoparlöründen bir kadın sesi, “Daha sağlıklı bir yaşam ve dirençli bir toplum için Miğfer Birleşik Devletleri’nin tesis ettirdiği, Moleküler Biyoloji, Genetik ve Biyoteknolojik Araştırmaların yapıldığı üçüncü istasyon, MOBGAM’a hoş geldiniz!” der. General Jules, suratındaki ciddi ve sıkıntılı ifadeyi değiştirmeden sessizce “Hoşbulduk!” diye cevaplar kayıttan konuşan kadını. Neruda’ya döner, “Hükümetin, böyle şeytani bir araştırmanın başına beni getirmesi sinirlerimi bozuyor,” der, "Tanrı beni affetsin."

“Sizce profesör başarabilmiş midir?" diye sorar Albay. (Neruda olan tabii ki)

“Bilmiyorum,” der Jules Marquez. Bu işten dolayı generalin içinde bir hayli burukluk, az da olsa pişmanlık ve evet, sanki biraz da korku vardır, devam eder, “Bu oluru olmayacak araştırmaya ayrılan bütçeyle savaşta işimize çok yarayacak binlerce yedek silah ve mühimmat depolayabileceğimizi düşündükçe başarmış olmasını diliyorum. Gel gör ki bir yanım da böyle bir şeyin gerçekleşmesini kesinlikle istemiyor; Isaac istediği sonucu alamasa da içimizden rahatça bir 'oh' çekip karargahımıza dönüversek ve bu günahkar proje hiç başlatılmamış gibi yaşamaya ve savaşmaya devam etsek.”

 

General düşünceli bir ifadeyle gözlerini yukarı doğru açılmış avuç içlerine indirirken askeri konvoy da ilk bakışta neden yasak olduğu belirsiz olan kurak arazide durur. Sıra sıra dizilmiş dört havaba yere usulca iniş yapar. Albay Neruda zinde bir ses tonuyla “İstasyona gelmiş bulunuyoruz komutanım!” diyerek generalin sıkıntılı dünyasına heyecan katmaya çalışır. General, albaya cevap vermeden aracın kapısını açıp susuzluktan ölmüş, taşlaşmış toprağa ayaklarını basar ve ellerini güneşin yakıcı ışıklarından korumak için gözlerine siper ederek etrafına bakınır. Yüz doksan altı santimetre uzunluğundaki bu dev kas yığını adamın önünde şimdi uçsuz bucaksız bir çöl uzanıyordur. Bulunduğu her ortamda kendisini cüssesi ve sert yüz ifadesiyle belli eden Jules Marquez bu sonu yokmuş gibi duran, üzerinde gözle görünür tek bir canlı yaşamayan çorak toprakların ortasında kendisini küçücük hisseder. Buraya görünmez bir araştırma merkezi kurmak için insanın aklını kaybetmiş olması lazım diye geçirir içinden.

 

Bu arada öykünün gidişatını durdurup dünyanın genel görünüşü hakkında ek bir bilgi vermek gerekirse eğer, şöyle diyebiliriz; ilerleyen teknolojinin yıllar içinde doğayı tüketmesinden ve özellikle Üçüncü Dünya Savaşı'ndan sonra yeryüzü üzerinde verimli bir toprak parçası bulabilmek oldukça güç hale gelmiştir. Az sayıda olan bu tip topraklar da devletin himayesi altında tutulmakta, bir kısmının üzerinde bilinçsizce inşa edilmiş devlet binaları bulunmakta ve bir kısmı da ülke yönetiminde söz sahibi olan üst makamlardaki insanların yaşam alanı olarak ayrılmış vaziyettedir. Bunların dışında kalan tüm verimli araziler yine hükümetin kontrolünde tarım ve hayvancılık için kullanılmaktadır. Buralarda 'doğal' etiketiyle yetiştirilen ürünler fahiş fiyatlarla halka satılmakta, satılamadan son kullanma tarihine erişen talihsiz gıdalar ise işlenerek sentetik yiyeceklerin içine, doğal aroma katılmış olması için (yoksa çöpe gidecekler, e gitmesinler tabii) azar azar konulmaktadır. Halk ise önce kendilerine böyle bir rızkı çok görmeyen tanrıya, sonra da yüce devlete şükürler üzerine şükürler etmektedir.

 

Bu kısa bilgiyle genel kültürümüzü arttırdıktan sonra olay örgümüze kaldığımız yerden devam edebiliriz sanıyorum. O zaman edebiliyorken, edelim.

 

Geri kalan tüm askerler komutanlarının izinden giderek havabalarından inmişlerdir. Hatta büyük bir ihtimalle onlar da ellerini gözlerine siper etmişlerdir. Çünkü hava bulutsuz ve güneş adamın gözünü değdiği gibi yakmaktadır. Muhtemelen bir Temmuz günü. Böyle olması çok doğal. Derken, General Jules yanında albay ve subaylarıyla birlikte arazide güneşin altında kavrularak beklerken, yer aniden derinlerden gelen bir vızıldamayla altlarında sarsılmaya başlar. Kayaç haline gelmiş toprağın üzerinde bulunan taş parçacıkları titreşerek botlarının etrafında dans ederken önlerinde uzanan düzlükte büyük bir toz bulutunun havaya kalktığını görürler. Daha önce diğer istasyonları gezmiş olan general ve heyeti şimdi istasyon gezme konusunda tecrübeli, bilinçli ve temkinlidir. O yüzden bundan üç yıl önce fizik çalışmalarının yürütüldüğü birinci istasyonu ilk defa ziyaret ettiklerinde, sarsıntı, vızıldama, gürültü ve toz bulutu karşısında kapıldıkları merak ve az da olsa paniği bu sefer es geçerler. Çünkü gereği yoktur, ne olacağı ortadadır. Uslu birer çocuk gibi kendilerini karşılayacak olan bilim heyetini beklemeye başlarlar.

 

Toz bulutu sarsıntı ve gürültü eşliğinde araziye iyice yayılmaya başladığında general, hafifçe esen rüzgarı arkasına alarak suratına doğru esen toz parçacıklarını elini sallayarak savurmaya çalışır ama bu konuda pek başarılı olduğu söylenemez. En azından ben söylemem. Heyet, tepelerine çöken toz ve kumun içinde hapis kalırken disiplinlerini bozmadan kararla ayakta beklerler. İki dakika sonra ise kararlılıklarının meyvesini büyük bir memnuniyetle alırlar: bulut dağılıp görüş alanları açılır. Şimdi önlerinde dairesel tabanının üzerinde silindir şeklinde kubbesi bulunan metalik, belki biraz da titanyumdan bir çardak vardır. Kubbenin tepesine ise kamuflaj olsun diye birkaç yüz tutam çorak toprak atılmıştır. Çardağın toprağın altındayken görünmemesindeki büyük sır tam da burada yatmaktadır. Yani sonuca bağlamam gerekirse, üçüncü istasyon MOBGAM'ın öykümüzde sahneye çıkışı işte böyle görkemli bir şekilde gerçekleşir.

 

Yapının içinde beyaz önlük giymiş üç adam durmaktadır. İçlerinden en çelimsiz olanı hızlı adımlarla heyetin yanına gelip generalin elini sıkar, “Merhaba Bay Jules, Profesör Isaac sizi bekliyor, lütfen buyurun.” der ve hemen ardından asker topluluğunu da arkasına alarak çardağa, iki arkadaşının yanına döner. O görkemli yapı, beyaz önlüklü üç adam ve diğer ziyaretçilerin tamamıyla dolduğunda, yüzeye çıktığı gibi arkasında yine büyük bir toz bulutu bırakarak derinliğe geri gömülür. Yaklaşık 950 metre aşağıya… Gerçekten baya derine iner. Yalan yok.

***


               “Aslında amacımızı biliyorsunuz, ama yine de prosedüre başlamadan önce bazı konuların üzerinden geçmekte fayda var,” diye başlar konuşmasına tombul profesör Isaac Hemingway.

 

Askeri heyet laboratuardan cam bir bölmeyle ayrılan yan odada sırayla dizilmiş bir şekilde oturup dikkatle içerisini izlemektedir ve Jules Marquez hariç diğer tümü, birazdan perdede oynamaya başlayacak bir sinema filmini bekler gibi ağırlıklarını heyecanla kıçlarının bir sağ tarafına bir sol tarafına vermektedir.

 

“Kısa kes, Profesör!” diyerek daha ilk dakikalardan bu şişman ve uzun uzun beyaz sakalları olan yaşlı bilim adamı üzerinde sert otoritesini kurmaya çalışır General Jules. Zaten profesöre gıcıktır da.  Çünkü Profesör Isaac, kıvılcımları çakmaya başlayan yeni bir dünya savaşının (yani dördüncüsünün) öncesinde hükümete bir proje sunmuş, savaş sonrasındaki nükleer artıklardan ve radyasyondan korunabilmek için inşa edilen yeraltı sığınaklarında ortaya çıkabilecek herhangi bir sızıntıya karşı cepte bir B planı bulundurmak açısından bu fikrin çok önem taşıdığını belirtmiş, Başkan Arthur Pamuk da öneriyi çok beğenmiş ve hemen başlatılması emrini vererek bu araştırmadan sorumlu baş kişi olarak General Jules’i atamıştır. Oysa fikir en başından beri dindar Jules Marquez’in hiç hoşuna gitmemiştir. İşte bu yüzden general, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan sonra onlarca ülkenin birleşerek oluşturdukları Miğfer Birleşik Devletleri’nde hayatta kalan tek genetik profesörü Isaac Hemingway’e fena halde kıl olmaktadır. Aynı hissiyat bilim adamı için de fazlasıyla geçerlidir.

 

Profesör, generalin sözüne hiç aldırmadan devam eder: “Biliyorsunuz ki gerek 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonucunda, gerekse de 2042’de gerçekleşen Üçüncü Dünya Savaşı’nda neredeyse üçte ikisi atom bombası ve nükleer bomba gören yeryüzündeki etkilenmiş bölgelerde yoğun radyasyon karşısında hayatta tutunabilmeyi başarmış tek canlı var: hamam böceği. Yaklaşık 300 milyon yıldır dünya üzerinde yaşadıklarını da buna eklersek dayanıklıklarının ne derece üst düzeyde olduğunu daha net bir şekilde görürüz.

“Hamam böcekleri vücutlarını çevreleyen kitin tabakası sayesinde radyoaktif ışınları bloke edebiliyorlar ve bu sayede insan için ölümcül olan 800 rem kadar radyasyon bulunan bir ortamda kolayca hayatta kalabiliyorlar. Onlar için ölümcül doz ise tam 105 bin rem ve bu bir termonükleer patlamaya eş değer. “

“Demek ki 105 bin remin üstüyle karşılaştığımız bir durumda senin planın suya düşmüş olacak.” der General Jules, profesörün kafasında kurduğu planı iki saniyede çürüttüğünü düşünüp içinden kıs kıs gülerek.

“Hayır,” der profesör, “Olaya çok düz bakıyorsunuz Bay Jules!”

“Nasıl bakmam gerektiğini anlat o halde!” İşte bir heybet gösterisi daha.

“Anlatacağım, zaten siz de onun için buradasınız.”

 

General bunun üzerine daha fazla ileriye gitmeyip, ‘söz sizin’ dercesine elini açarak profesöre doğru uzatır, dinlemeye devam eder.

 

“Çok basit bir ifadeyle, amacımız hamam böceklerindeki bu kitin tabakasının daha yoğun ve dayanıklı bir versiyonunu insanın üzerine yerleştirmekten başka bir şey değil.” der profesör.

“Ne yani? Savaştan sonra radyasyondan korunmak için böcekler gibi kara bir zırhla mı gezeceğiz?” diye sorar Albay Neruda. Evet, Neruda.

“Umuyorum ki sığınaklarda herhangi bir aksaklık olmaz ve bu prosedürü hiçbir şekilde uygulamak zorunda kalmayız. Ama buna mecbur olursak eğer, kitinli insanlar olmamız sadece geçici bir süreç olacak,” diye cevaplar Profesör Isaac, “Sadece teknik ekipler dışarıdaki radyasyonu temizleyene kadar.

“Yaptığımız araştırmalarda böceğin gelişim aşamasında kitin örtüsünü oluşturan geni son nesil DNA dizileme teknikleriyle kolaylıkla saptadık. KFK ismini verdiğimiz gen hamam böceğinin altıncı kromozomunda yer alıyor. İnsanda ise bantlaşma açısından bu kromozoma yapı olarak çok benzeyen bir kromozom var: yüzyıldan fazla bir zaman dilimi süresince kendisi üçüncü kromozom olarak bilinmekte.”

 

Profesör Isaac Hemingway eliyle, arkasında yarı baygın bir şekilde sedyelere bağlı yatan iki insanı göstererek, “Bu arkadaşlar eyalet hapishanesinden sağladığımız, sizin tabirinizle ‘işledikleri ağır suçlar(!)’ sonucunda idama mahkum edilmiş olan deneklerimiz, Gregor ve Grete. Hükümetle yaptığımız anlaşmaya göre deneyin sona ermesiyle üzerlerindeki o saçma hüküm de kalkmış olacak.” der karşısındaki heyete sitemkar bir tutum takınarak.

 

Üçüncü istasyondaki bilim adamlarının sonradan Gregor ve Grete isimlerini koyduğu bu iki kişi, bundan yaklaşık üç yıl önce, devletin açıkta kalan son verimli arazinin üzerine Diyanet Bakanlığı binası inşa etmesini protesto etmişler, dünyanın dini tabularla değil, ancak akılcı sorgulama ile daha ileriye gidebileceğine yönelik beyanatlar vermişlerdir. Teknolojinin doğayı ve yaşamı tüketmesinden sonra bilime düşman olup yaradana ve meleklerine eskisinden çok daha fazla sığınan bir toplumda bu sözleri dine hakaret sayılmış ve hiç düşünülmeden hapse atılmışlardır.

 

“Biz de,” diye devam eder profesör, “Hamam böceklerinden izole ettiğimiz KFK genini klonlayarak, Gregor ve Grete’nin vücudundaki tüm somatik hücrelerin üçüncü kromozomlarına tek tek ekledik. İşin en zaman alıcı ve maliyetli kısmı da burası oldu zaten.”

“Sen apaçık, bu insanları böceğe çevirmek niyetindesin!” der General Jules hiddetle, sanki aklı fikri kavga çıkarmakta gibidir, devam eder, “Tanrının önünde böyle bir şey yapmaya çalıştığın için lanetleneceksin!”

“Hayır,” der profesör, “Sadece kitin olacak diyorum! Yirmi yıl önce Üçüncü Dünya Savaşı’nı görmedin mi general? Artık dünya üzerinde sadece iki devlet kaldı diye önümüzdeki savaşın daha mı hafif geçeceğini sanıyorsun? Aksine, tam tersi olacak! Miğfer Birleşik Devletleri de İttifak Bloğu Devleti de dünyanın tek hakimi olmak için, kalan az sayıdaki son rezervlerin tamamına sahip olmak için son gücüyle savaşacak! Bunu sizler benden çok daha iyi biliyorsunuz! Ve bu dehşet verici senaryo karşısında böyle cesur girişimler hayatta kalmamızı garanti altına almamız için gerekli, niye anlamamakta ısrar ediyorsunuz? Tanrınıza şirk koştuğum yok, yeni bir tür yarattığım da yok! Sadece vücudumuza yararlı olabilecek yeni özellikler eklemeye çabalıyorum. Olabiliyor ki yapıyorum! Hem sen, madem bu projeden hoşnut değildin, niye başına geçip denetleme işini kabul ettin?  Halkın yüzde yetmişi susuzlukla cebelleşirken, bu araştırmanın gizliliğini büyük bir ciddiyetle sağlaman karşılığında Alabama nehri kıyısında ailenin yaşaması için teklif edilen ev, tanrını utandıracak bu projeye yardım etmek için çok mu cazip geldi?”

 

Off, işte bu çok sarsıcı bir iddiadır. Generalin hiddeti Profesör Isaac’in bu sözleri karşısında iyice artar. Sinirle yerinden kalkmaya çalışır ancak Albay Neruda ve diğer subayların telkinleriyle zor da olsa koltuğuna geri oturtulur.

 

Profesör Isaac, asistanlarına hemen prosedürün başlaması talimatını verip laboratuardaki dev bir ekrana dokunarak onu açar. Az önceki bağırışından dolayı boğazındaki çatallaşmayı gidermek için bir iki kere öksürür ve konuşmasına kaldığı yerden sakince devam etmeye çalışır, “Bu gördüğünüz alet Genagram. Şu an Gregor ve Grete’nin istediğimiz herhangi bir geninin ne düzeyde ifade edilip proteine dönüştürüldüğünü canlı yayınmış gibi izleyip görebiliyoruz. Birazdan her ikisine de damar yolundan, daha önceden hazırlamış olduğum birinci küçük RNA –ki biz buna miRNA deriz- çözeltisini enjekte edeceğim. Bu çözelti sayesinde deneklerimizin üçüncü kromozomlarına eklediğimiz KFK genleri aktifleşecek ve proteine çevrilmeye başlayacak. Bu da deneklerimizin derilerinin üzerinde bir kitin örtüsünün oluşmasını sağlayacak. Bu gerçekleştiğinde KFK geninin ifade edilme mekanizmasını kapatacak olan ikinci küçük RNA çözeltisini enjekte edeceğim. Ve böylece üzerlerindeki kitin örtüsü yeniden yok olacak.” -Teknik olarak, profesörün dediklerini her ne kadar anlamasam da kendince doğruyu söylediğinden tek bir şüphemin olmadığın belirtmeliyim.-

“Bu kadar hızlı mı gerçekleşecek?” diye sorar albaylardan biri. Bu kesinlikle Neruda değildir.

“Öyle olmasını umuyorum,” der Isaac Hemingway, “Bu çözelti sayesinde reaksiyonun gerçekleşmesi için gerekli olan aktivasyon eşiğini de önemli ölçüde düşüreceğiz, yani evet, hızlı olacak.”

“Çok ilginç!” der Albay Neruda heyecanla. –Bu arada kendisinin öykümüzün bir numaralı heyecan simgesi haline geldiğini de fark etmiş olmalısınız.-

“İlginç filan değil,” diye karşılar onu profesör, “Eğer Üçüncü Dünya Savaşı’nı yapmaya çocuklar gibi hevesli olmasaydınız, yeryüzündeki tüm üniversiteler ve diğer bilim-teknoloji merkezleri bu savaşla yerle bir olmasaydı, yani bu topraklarda kalan dört profesör ve onlara ayrılmış dört istasyon haricinde elimizde başka beyinler ve başka imkanlarımız da olsaydı, böylece birikimli bir şekilde ilerlemeye devam edebilseydik bu çalışma on beş sene önce zaten yapılmış olurdu Bay Neruda. Biz ise şu an, hücrelerindeki telomer kısalmasını istediğimiz yaşta durdurabileceğimiz, yaşlanmayan insanlardan oluşan bir toplum yaratmış, üstüne kutlama yapmak için şampanya patlatıyor olurduk. Ve siz de buraya yirmi beş sene öncesinin yerden ancak bir metre yükselebilen havabalarıyla değil, iki nokta arasında molekül transferi yapabilen aletlerle ışınlanarak gelirdiniz. Yani bu çalışma aslında hiçbir şey, Albay Neruda!” der Isaac yine sinirli bir şekilde.

 

- Bundan sonra öykümüzü uzun uzun anlatmayı pek gerekli görmüyorum. Çünkü edebiyatla az çok haşır neşir olanlar fark edecektir ki bu aşamadan sonrası biraz Frankenstein klişesi. Fakat az da olsa hayret verici olduğunu itiraf etmeliyim. O yüzden lütfen dinlemeye devam edin. -

 

Profesörün son haklı çıkışı karşısında askeri heyet bir daha ağzını açmaz. Isaac Hemnigway’in önce orta boylu, sakalları uzamış, çıplak bir şekilde sedyede yatan Gregor’a ve sonra yine aynı şekilde, kestane renkli saçları olan güzel Grete’ye enjeksiyonu yapar. Genagram’dan KFK genlerinin durumunu kontrol ederler ama bir şeyler ters gider. Alet kulakları tırmalarcasına ötmeye başlar. Gregor ve Grete ayılıp çığlıklar ata ata, acı içinde, istasyondaki insanların gözleri önünde çaresizce birer hamam böceğine dönüşürler. Sadece kitin demiyorum, dikkat edin, baya bildiğiniz, -iki kol, dört ayaktan- altı uzuvlu, kafalarından anten çıkan, hamam böceği-insan karışımı bir mutanta haline gelirler. Geri dönüşü olmaz. Profesör Isaac ne kadar çabalasa da onları eski haline döndüremez. Bu manzara karşısında önce şaşkınlıktan ve dehşetten afallasa da daha sonra kendisini toparlayan General Jules gelinen duruma çok kızar ve böyle şeytan işine karıştığı için kendisine de bir güzel sövdükten sonra heyetini toplayarak “Ben haklıydım!” nidalarıyla hızla üçüncü istasyondan ayrılır ve deneyin bir facia ile sonuçlandığını raporunda yazarak araştırmaya verilen desteğe nokta koyar. Isaac Hemingway ise böyle bir başarısızlığı kaldıramadığından ve biraz da vicdan azabından mütevellit, o sıcak yaz gecesi Gregor ve Grete’nin önünde, onlardan kendisini affetmelerini dileyerek intihar eder.

 

Bu kadarla bitmez. Deneyden tam iki ay sonra, tam da beklenildiği gibi Dördüncü Dünya Savaşı patlak verir. Nükleer ve atom bombalarından göz gözü görmez. General Jules ölür, Albay Neruda ölür, Başkan Arthur Pamuk ölür. Miğfer Birleşik Devletleri’nde herkes ölür. İttifak Bloğu Devleti’nde de yaşayan kimse kalmaz. Koca bir sıfır. Bu katliamdan sağ çıkan iki kişi vardır, Gregor ve Grete. Patlamaların etkisiyle iç duvarları parçalanan üçüncü istasyondan yerin derinliğine sızarlar ve toprağı kaza kaza yüzeye ulaşırlar. Artık yerkürede Gregor, Grete, küçük hamam böcekleri ve birkaç değişik akrep cinsinden başka yaşayan hiçbir canlı yoktur.

 

Hayır bu kadarla da bitmez!

İnsanların kendi ırkını yok ettiği Dördüncü Dünya Savaşı’ndan ben diyeyim üç bin, siz deyin dört bin yıl kadar sonra, yani insan-hamam böceği karışımı olan böcan ırkının gelişerek ilerleyip devletler ve ülkeler kurduğu bir zaman dilimi içinde patlak veren Yerküre Savaşı sırasında (muhtemelen birincisi), ertesi sabah savaşa gidecek olan baba böcan, belki de çocuklarıyla beraber yiyor olduğu son akşam yemeğinde dua eder. “Tanrımız,” der baba böcan, gözleriyle çocuklarının da tekrar etmesini isteyerek, “Bizi, mucizesiyle kurak topraktan yarattığı Samsa Gregor babamız ve Samsa Grete anamızın yolunda ilerletsin. Şeytanın onlara damarlarından içirdiği yasak şuruptan bizi korusun. İyi ve kendisine layık birer böcan olabilmemiz için üzerimize nurlar yağdırsın.”

 

Baba böcan elindeki su bardağını kaldırır, “Sm. Gregor ve Sm. Grete anısına ve savaştan sonra tekrar kavuşabilmemiz adına…” der.

Çocuklar tekrar eder.

***


İnsanların büyük patlama, böcanların büyük üfürük, benimse sıfır noktası dediğim vakitlerde henüz bilmiyordum, ama şimdi görüyorum ki bu gezegenin yaratılması en başından beri başlı başına büyük bir hata. Neden mi? Nedeni çok açık; üzerinde yaşayan canlılar, yapılarında kullanılan karbonun etkisinden midir nedir, hiç değişmiyorlar çünkü. Değişmeyecekler de. Nasıl beceriyorlarsa artık, her seferinde en başa geri dönmeyi tekrar tekrar başarıyorlar. Ne diyeyim, gerçekten çok büyük yetenek.

Yalan yok.

Yorumlar